Sunuş

ODTÜMİST bizim örgütümüz

Murat Efe Gönenç (ARCH'03)

Maraton

Burs için koşuyoruz!

Maraton

50'den sonra tekrar...

Sedat Taşkeser (IE'87)

Güncel

Kavaklık Direnişi

Haluk Ağabeyoğlu (ECON’83)

Güncel

5,8 Silivri Depremi

Prof. Dr. Haluk Sucuoğlu

Anma

Taylan Özgür'ün katledilişinin 50. yılı

Tuncay Çelen (67-71 dönemleri ODTÜ MM öğrencisi)

Bir ODTÜ'lü

Dr. Ümit Özkan: "Kolayı değil, zoru seçin..."

Özay Yaşar (SOC'80), Yasemin Civelekoğlu (CHE'78)

Yorum

Diplomalar, Mezunlar ve Mezun Bilgileri

Nezih Yaşar (IE’82)

Haber

Hozakpur Torunundan Örnek Bir Davranış...

Ekonomi

Neoliberal İktidar ve Özne

Başak Coşkun (BA'97)

Enerji

Nükleerin dünyada ve ülkemizdeki serüveni

Murat Sungur Bursa (MM’78)

Müzik

Erdal Erzincan ve Gezici Bağlama Atölyesi

Yener Aydın (EE'76)

Gezi

Che Guevara’ya Dokunmak

Cem Sarvan (MINE'89)

Edebiyat

Müjde Alganer ile Ziziro Üzerine

Söyleşi: Hasan Reyhanoğlu (EE'99)

Fotoğraf Çalışma Grubu

Panning Tekniği ile Yaratıcı Deneysel Fotoğraflar

Yüksel Altun (PSY'86)

ODTÜMİST'den Haberler

Söyleşi-Gezi-Etkinlik

Mentorluk

Mentorluk Programları

Burstan Haberler

Mezun-Öğrenci Buluşması, Kütüphane Projesi...

Burstan Haberler

Destekçilerimiz

Enerji

Nükleerin dünyada ve ülkemizdeki serüveni

Murat Sungur Bursa (MM’78)

Herşey başdöndürücü bir hızla Avrupalı ve Amerikalı bilim adamlarının görünmez bir yarış içinde evrenin, uzayın, yaşamın ve maddenin sırlarını keşfetme adına çalıştığı ve buluşlarından yola çıkarak kuramlar oluşturduğu, simülasyonlar yaptığı, teknolojiler geliştirdiği, makina ve teçhizat imal ederek insanlığın ve bilimin kullanımına sunduğu 19’uncu yüzyılın son döneminde başladı.

 

1895 yılında Alman fizikçi-makina mühendisi Wilhelm Röntgen araştırmaları sırasında tesadüfen o zamana kadar adı konmamış ve bilinmeyen ışınları keşfetti ve adına "X ışınları" dedi. Bu keşif Röntgen’e 1901’de NOBEL Fizik ödülü kazandırdı.

 

1896 yılında Fransız meslektaşı Antoine Henri Becquerel radyoaktiviteyi keşfetti. 1897'de İngiliz fizikçi Joseph John Thomson, 1906'da fizik dalında Nobel ödülünü almasını sağlayan elektronları buldu. 1898’de Polonyalı Madam Marie Curie radyoaktif radyum ve polonyum atomlarını keşfetti. 1899 yılında ise İskoç fizikçi Ernest Rutherford radyum atomlarının "alfa ve beta" ışınımları yaptığını buldu.

 

1905 yılında Albert Einstein maddenin E=mc2 formülüne uygun olarak enerjiye dönüştürülebileceğini ileri sürdü.

 

1909 yılında Amerikan fizikçi Robert Milikan elekronun elektrik yükünü ve kütlesini ölçmeyi başardı.

 

1914’te patlak veren 1. Dünya Savaşı süresince hiç hızını kesmeden ve savaş sonrasında artarak devam eden bilimsel araştırma yarışı, 2. Dünya Savaşının başladığı 1939 yılına gelindiğinde kendisine bir hedef tanımlayarak herkesin enerjisini ve dikkatini, imha gücü son derece yüksek olan "URANYUM BOMBASI" yapmaya yöneltmiştir.

 

6 Aralık 1941’de ABD Başkanı Roosevelt atom bombası yapmak üzere MANHATTAN Projesini onayladı. 1942 ve 1943'te Kanadalı ve İngiliz bilim adamları da Manhattan Projesinde Nazi Almanyasından kaçan meslektaşları ile birlikte çalışmaya başladılar. Manhattan Projesi aynı anda en az 30 farklı yerde araştırma ve geliştirme çalışmalarının yapıldığı, toplamda 100.000'den fazla kişinin görev aldığı ve savaş yıllarında 2 milyar USD (Bugünkü 20 Milyar USD üstünde) kaynak harcanan dev bir toplu imha silahı projesidir.

 

16 Temmuz 1945’te ilk atom bombası Yeni Mexico eyaletinde deneme amaçlı patlatıldı. 6 Ağustos 1945 tarihinde Japonya’nın Hiroşima kentine atılan uranyum bombası "KÜÇÜK ÇOCUK" ve 9 Ağustos 1945’te Nagazaki’ye atılan plütonyum bombası "ŞİŞMAN ÇOCUK"  toplam 150-200.000 insanın ölümüne sebep olarak Japonya’nın teslim olmasını sağladı.

 

Sonraki yıllarda ABD’de nükleer araştırmalar ve buna bağlı bomba yapımı artarken Rusya’da, İngiltere’de de nükleer bombalar yapıldı. Hatta soğuk savaş yıllarında en büyük casusluk alanı nükleer teknoloji sırlarının elde edilmesi üzerine olmaya başladı.

 

Nükleer teknolojinin bomba yapımı dışında kullanılması ilk defa Amerikan Deniz kuvvetleri için yapılan nükleer denizaltı Nautilus ile oldu.

 

8 Aralık 1953 tarihinde ABD Başkanı Dwight Eisenhower Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda bir konuşma yaparak "BARIŞ İÇİN ATOM" teklifini yapmıştır. Sonrasında bu konudaki müzakereleri hızlandıran uluslararası camia Uluslararası Atom Enerjisi Ajansını kurarak ATOM ENERJİSİNİN dünya BARIŞINA, SAĞLIĞA VE REFAHA katkısını arttırmayı ve hızlandırmayı amaçlamıştır.

 

İngiltere’de 1957 yılında liderliğini düşünür Bertrand Russel’in yaptığı "Nükleer Silahsızlanma için Kampanya" hareketi her türlü kitle imha silahının yapımının, denenmesinin ve kullanılmasının yasaklanmasını amaçlamıştır. Ayrıca ABD üslerinde, İngiltere’de ve NATO üyelerinde nükleer silahların yasaklanması için kampanyalar yürütülmüştür.

 

Sonraki yıllarda nükleer silah yapımı devam ederken paralelinde ABD’de, İtalya’da, İngiltere’de, Rusya’da elektrik santralleri devreye girdi ve 1959 yılında Savannah gemisi nükleer enerji kullanan ilk ticari gemi oldu.

 

1960’lı ve 1970’li yıllar çok sayıda nükleer güç santralinin yapımına sahne oldu. Aynı dönemde küçük çapta reaktör kazaları yaşandı. Nükleer denizaltıların battığı, nükleer bomba taşıyan uçakların düştüğü ama büyük talih eseri bombaların patlamadığı kazalar oldu. Ancak bu kazaların hiçbirisi, dünyada nükleer güç santrallerine karşı anlamlı sayılabilecek büyüklükte ve genellikte bir anti-nükleer hareket oluşturamadı ve yeni santrallerin inşaasını engelleyemedi.

 

Pek çok ülke için nükleer santrallere sahip olmak adeta az gelişmişlik çemberinin kırılması, dışa bağımlılığın azaltılması ve milli mühendislik endüstrisinin ve yetişmiş insangücü-teknolojik yetkinlik seviyelerinin bir kilometre taşı olarak değerlendirilmeye başlandı.

 

Ülkemizin yüksek eğitim kurumları da dünyadaki bu gelişmelere paralel olarak ihtiyaç duyulacak nitelikli bilimsel ve teknik kadroyu yetiştirmek üzere bünyelerinde gerekli altyapı düzenlemelerini yapmışlardır.

 

Örnek olarak, 1961 yılında ülkemizin en köklü üniversitelerinden İstanbul Teknik Üniversitesi bünyesinde Nükleer Enerji Enstitüsü faaliyete geçmiştir. Halen Türkiye’nin çalışan tek nükleer araştırma ve eğitim reaktörü 2003 yılında İTÜ Enerji Enstitüsü adını alan bu enstitüde bulunmaktadır.

 

Türkiye ve Ortadoğu ülkelerinin kalkınmalarına katkıda bulunmak gibi iddialı bir amaçla ve başlangıçta Yüksek Teknoloji Enstitüsü adıyla kurulmuş olan Ortadoğu Teknik Üniversitesi için nükleer teknoloji alanında çağdaş ve bilimsel eğitim vermiyor olmak düşünülemezdi bile... Nitekim 1968 yılında ODTÜ Makina Mühendisliği bölümünde dört yıllık programın son yılında seçmeli olarak nükleer mühendislik eğitimi başladı. 

 

Ayrıca 1970’li yıllarda Mühendislik bölümlerinden mezun arkadaşlarımız Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) Nükleer Enerji Dairesinde çalışmaya başladılar ve bazıları yurtdışında ihtisasa gönderildiler. ODTÜ’de nükleer mühendislik eğitimi lisans düzeyinde 1999 yılına kadar devam etti. ODTÜ’de okuyan bazı İranlı mühendisler Türkiye dönüşü ülkelerinde nükleer santral yapımı ve işletilmesinde çalıştılar. Sonuç olarak Türk nükleer mühendisleri ülkelerinde böyle bir fırsat bulamadıklarından dolayı o dönemlerde burukluk içinde olmuşlardır. 1983-84 ders yılında ODTÜ Makina Mühendisliği Bölümü’nde ikinci lisansüstü programı olarak Nükleer Mühendisliği programı başlatılmıştır. Türkiye’de bir ilk olarak sadece makina bölümünden değil farklı mühendislik ve fen bilimleri dallarında lisans eğitimi görmüş öğrencilere nükleer reaktörler ve yakıtlar ile nükleer endüstriyel tekniklerinin öğretilmesi ve bir formasyon kazandırılması amacı ile açılan bu program 1992 yılında durdurulmuştur.

 

Türkiye Devletinin nükleer vizyonu 1967 yılında, Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı’nca hazırlanmış olan ve 1968-1972 yıllarını kapsayan İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı ile ilk defa "..nükleer enerji kaynaklarından faydalanma imkanları araştırılacak ve nükleer enerji santralleri kurulmasına çalışılacaktır.." denilerek resmi belgelere taşınmıştır. Bu Plan tedbirine bağlı olarak 1970’li yıllarda nükleer santral yapma üzerine kapsamlı çalışmalar başlatılmıştır. Zaten çok daha önce 1956 yılında Atom Enerjisi Komisyonu Genel Sekreterliği kurulmuş ve bir yıl sonra yapılan ihalenin sonucu olarak 1962 yılında Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi bünyesinde TR-1 Reaktörü devreye girmişti. Aynı yıl nükleer alanda üniversite üstü profesyonel araştırma, geliştirme, uygulama ve eğitim amaçlı ÇNAEM-Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi faaliyete geçti. 1972 yılında TEK-Türkiye Elektrik Kurumu Nükleer Dairesi kuruldu.

 

1974 ve 1978 yıllarında yaşanan petrol krizleri, sanayileşmenin başat gereksinimi olarak kabul edilen elektrik üretimi ile ilgili olarak nükleer santral yapımını adeta enerji fakiri ve yurtdışı bağımlısı olan ülkeler için en uygun ve hatta tek çözüm olarak gündeme taşıdı. Nitekim Uzakdoğu’da Japonya ve Güney Kore tamamen bu ihtiyaçla çok iddialı nükleer programlar başlattılar. ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Rusya’da da çok sayıda nükleer santral yapımı programlandı ve inşa edildi. Fransa yıllar içinde toplam ihtiyacının %80’ine ulaşan oranlarda elektriğini nükleer santrallerden elde edebilir hale geldi. 1980 yılına gelindiğinde dünya elektrik üretiminin % 8’i nükleer santrallerden sağlanıyordu. O yıllardaki projeksiyonlara göre bu oranın çok daha hızla artması ve yeni nükleer santrallerin hızla inşası öngörülürken sonraki yıllardaki gelişmeler yüzünden 2018 yılına gelindiğinde dünya tüketiminin ancak %11’inin nükleer santrallerden sağlandığını görüyoruz.

 

Yeniden Türkiye’ye dönecek olursak, TEK Nükleer Dairesi kuruluşunun sonrasında hızlı ve kapsamlı bir çalışma ile ülke genelinde ilk etapta nükleer santral kurulabilecek 7 yer belirledi. Yer seçimi ile ilgili kapsamlı araştırmalar, jeolojik ve sismik çalışmalar yapıldı ve nihayet 1977 yılında bu Daire tarafından hazırlanan binlerce sayfalık dokümanla AKKUYU Nükleer santrali ihale edildi.

 

Ancak Kıbrıs ambargosu, petrol krizleri ve siyasi istikrarsızlık Türkiye’yi hem ekonomik anlamda bir nükleer santrali finanse etmek konusunda zorladığı gibi hızla tırmanan olaylar ve karmaşa dönemi ile birlikte gelen 1980 ihtilali nükleer santral ihalesinde firmaların çekilmesine sebep oldu. Halbuki o dönemde hem enerji alanında dışa bağımlılığı azaltmak hem de kıt kaynaklara karşı nükleer teknolojiye sahip olmak milli bir hedef haline gelmişti. Amaç sadece bir nükleer santral yapmak değil aynı zamanda nükleer teknolojiye sahip olmaktı. Nükleer fizik uzmanları, araştırmacılar, mühendisler, enerji sektörü yöneticileri ve dönem siyasileri için bir güç ve seviye göstergesi, hatta atılım ve kalkınma projesiydi.

 

1983 sonrasında iktidara gelen sivil hükümet yeniden nükleer santral ihalesini gündeme getirdi. Ancak teklif için gelen firmalar ihtiyaç olan finansmanın büyüklüğünü gerekçe göstererek kamu ortaklığı ve özel sektör payı için garantörlük istediler. O günkü koşullarda hükümet söz konusu GARANTİLERİ vermedi ve ihale sonuçlanamadı. Bunun üzerine YAP-İŞLET-DEVRET modeli ile ihalenin yapılmasına karar verildi.

 

Tam bu sırada,1986 yılında Çernobil’de büyük bir nükleer kaza oldu. İlk etapta tehlike boyutu küçük gösterilmesine rağmen binlerce kilometre yarıçapında olumsuz etkiler yaptığı tespit edildi. Hiroşima’ya atılan nükleer bombadan çok daha fazla yayıldığı tesbit edilen radyasyonun 600-800 bin kişiyi çeşitli seviyelerde etkilediği ve 60.000’e varan sayıda kişiyi ölüme mahkum ettiği iddiaları bir anda tüm dünya kamuoyunu nükleer santrallerin güvenliği konusunda bir kere daha düşünmeye sevketti.

 

Türkiye’de de yetkili ve sorumlu seviyedeki kişilerin olası risklerle ilgili olarak ilk etapta sözde panik önleme amaçlı ve küçümseyici ifadeler kullanması sonrasında kamuoyunda gerçeklerin gizlendiği kanaati oluştu ve ihale sürecindeki Akkuyu Nükleer Santral ihalesini gündemden düşürdü. O dönemde özellikle Karadeniz kıyısında yaşayan vatandaşlarımız başta olmak üzere Çernobil santralinin yaydığı radyasyon nedeniyle kanser vakalarının arttığı iddiaları kamuoyunu çok tedirgin ettiği gibi nükleer santral yapımına karşı da güçlü bir lobi oluşmasına sebep oldu.

 

1990’lı yıllara geldiğimizde farklı koalisyon hükümetleri dönemlerinde nükleer santral yapımına yönelik ihaleler yapılmasına rağmen sonuçlandırılamayarak iptal edildi.

 

2007 yılına gelindiğinde ve AKP iktidarı döneminde nükleer santral yapımı Bakan düzeyindeki siyasiler tarafından ‘Namus Meselesi' olarak kamuoyuna lanse edildi. Geçmiş iktidarların modellerinden farklı olarak kamuya yük olmayacak şekilde ve ihale yöntemiyle değil yarışma ile yapımcı-işletmeci firmanın seçileceği duyurusu yapıldı. Yapımcı firmalara elektrik alım garantisi verileceği ve en iyi fiyatı veren, yani kamuya yükü en az olacak ve en kısa zamanda devreye alacak olan firmanın santrali yapacağı bizzat dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı tarafından açıklandı. Bu amaçla gerekli olan kanuni düzenleme TBMM’ce yapıldı. 24 Eylül 2008’de Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt A.Ş. (TETAŞ) tarafından yapılan yarışmada 5 firma konsorsiyumu teşekkür mektubu vermiş ve sadece Türk-Rus ortaklığı teklif vermiştir. Daha sonra bu ihale de iptal edilmiştir.

 

Ancak ‘namus meselesi’ ihale ya da yarışma metoduyla çözüme kavuşturulamayınca o güne kadar hiç düşünülmeyen bir yöntemle nükleer santral hayalinin gerçekleşmesi ve ‘NAMUSUN KURTARILMASI’ kararlaştırıldı.

 

1982 Anayasası’nın 90’ıncı maddesi "...Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ....yapılacak andlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır.....Usulune uygun olarak yürürlüğe konmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz..." demektedir.

 

Namusu kurtaracak andlaşma için yasal zemin bulunmuştu.

 

Hem bu Türkiye’de bir ilk de olmayacaktı. Daha önce farklı bir siyasi kadro ve hükümet döneminde bazı nehirler üzerindeki hidrolik santrallerin ve GAP bölgesindeki sulama projelerinin yapımı için de ABD, Kanada, Fransa, Avusturya, Hollanda ve İsrail ile ikili andlaşmalar imzalanmış ve bunların yürürlükleri ile ilgili hukuki bir engelle karşılaşılmamıştı.

 

24 Eylül 2008'de TETAŞ tarafından yapılan yarışma 20 Kasım 2009'da iptal edildiğinde Danıştay tarafından ilgili yönetmeliğin bazı maddeleri için yürütmeyi durdurma kararı verilmiş ve tek teklif veren Türk-Rus ortaklığı ile özellikle alım garantisi verilecek elektrik fiyatı üzerinde müzakereler yürütülmekteydi.

 

Yegane talipli konsorsiyum içinde yer alan Rus devlet şirketi ile müzakerelerin bırakıldığı noktadan devam ettirilmesini mümkün kılacak şekilde 12 Mayıs 2010 tarihinde Rusya Federasyonu Hükümeti ile T.C.Hükümeti arasında "Akkuyu Sahasında bir nükleer güç santrali tesisine ve işletmesine dair İşbirliği Andlaşması" imzalandı. Daha sonra bu Andlaşmanın TBMM tarafından 15 Temmuz 2010 tarihli ve 6007 sayılı Kanunla onaylanması uygun bulundu.

 

Sonuç olarak, işletme ömrü 60 yıl olan, toplamda 4X1200 MWe güçte, yakıtı hafif zenginleştirilmiş uranyum dioksit olan NÜKLEER GÜÇ SANTRALİNİN yapımına karar verildi. Bu santralin 4 ünitesi ile birlikte devreye girdikten sonraki 15 yılda ürettiği elektriğin (projenin geri ödemesinin sağlanması açısından, fiyat limiti üst tavanı 15.33 ABD senti/kWh olmak üzere proje şirketi tarafından hesaplanır) % 50’sine 12.35 ABD senti/ kWh alım garantisi verilmiş bulunmaktadır. (Bkz. 6 Ekim 2010 tarihli Resmi Gazete)

 

Akkuyu Nükleer Santralinin ilk ünitesinin 2022 yılında faaliyete geçmesi öngörülmesine rağmen yazının kaleme alındığı tarihlerdeki süreç aşamalarına bakılarak bu tarihin ötelenmesi kaçınılmaz görünmektedir.

 

-----

Murat Sungur Bursa, Sürdürülebilirlik Akademisi Başkanı, Danışman. ÇED Genel Müdürlüğü, Çevre Bakanlığı Müsteşarlığı, Marmara Depremi Rehabilitasyon Projeleri Direktörlüğü, Zorlu Enerji Grubu Başkanlığı yaptı. DPT’de çalıştı. KOSGEB’in kurucu yöneticilerindendir.