Sunuş

Değerli Üyelerimiz...

ODTÜMİST'den Haberler

Söyleşi-Gezi-Etkinlik

Burstan Haberler

ODTÜ Uzaktan Eğitim Süreci Araştırması

Söyleşi

Eski Rektörlerimizden Süha Sevük ile Söyleşi

Nezih Yaşar (IE’82)

ODTÜ'den Haberler

Çevrimiçi Buluşma & Covid-19 Aşı Çalışmaları

Söyleşi

Derneğimiz kurucularından Altan Lostar ile Söyleşi

Oya Tığlı (SOC’83), Uğur Ayken (ME’76)

Burstan Haberler

Her destek, kocaman bir gülümseme demek

#odtülüyalnızdeğilsin

Olağanüstü günlerde dayanışma

Güncel

Korona Dersleri: Ya hep beraber ya hiç birimiz!

Dr. A. Adnan Akçay (SOC'80)

Güncel

Covid-19: Ne Yapmalı?

Prof. Dr. Erol Taymaz (ME'82, ECON'85 MS)

Güncel

Geçmişten Geleceğe Küresel Kriz ve COVID-19

Mertkan Akay (ME'78)

Enerji

Ham petrol fiyatı “eksi” olur mu?

Sacid Aker (ChE'80)

Anma

Anılar Belleğimizin Bekçileridir

Bir Tayfur Cinemre kitabı

Arkeoloji

Kültepe Tabletleri Işığında...

Onur Doğan (CE'06)

Mentorluk

Beşinci yılında ODTÜMİST Mentorluk Programları

Felsefe

Korona günlerinde felsefe

Fotoğraf Çalışma Grubu

Karantinayı fotoğraflamak…

Edebiyat

Roman Serüvenim

Sevim Reşat

Edebiyat

Sergey Dovlatov

Hakan Sapmaz (ADM'85)

Burstan Haberler

Destekçilerimiz

Güncel

Korona Dersleri: Ya hep beraber ya hiç birimiz!

Dr. A. Adnan Akçay (SOC'80)

Herkes finans çalıştı, soru tabiattan geldi

 

İnsan her daim en temel ve giderilemez kaygısı olan ölümü unutturacak gerçek ya da hayali ikameler bulma eğilimindedir. Nükleer savaş çıkmadı, sigara kesmedi; ne uzaylılar geldi ne de komünizm, ama yakın ve uzak geçmişimizde önemli zararları olan salgınlar gerçekten oldu.

 

Canlıların en büyük gayesi türlerinin devamını sağlamak; en büyük korkuları da türlerine yönelik tehditlerdir. Korona karşısında verilen ‘türsel’ tepkinin görmezden geldiği gerçek, insanın artık doğal bir tür olmadığıdır. İnsanın son birkaç yüzyıldır tüm çabası doğadan özerkleşmek ve nihayet ona egemen olmak üzerinedir ve bunda da –maalesef- büyük oranda başarılıdır. Ve kimi zaman tam da kazandığımızda kaybederiz. İnsan, doğanın ayrıcalıklı öznesi olmadığı gibi, olmazsa olmaz bir parçası da değildir.

 

Bunca güzellemesi yapılsa da ne doğa insanın dostudur, ne de insan doğanın. Doğa ölümü barındırır, dahası sıradanlaştırır. Doğanın ne size kendisini beğendirmek gibi bir niyeti vardır ne de sizden nefret etmesi ya da öç alması söz konusudur. İradi olan yalnızca insana ve insani olana aittir. Doğa yalnızca doğadır. İnsani doğa ise, ancak evcilleştirilmiş, yapay bir kurgudur. İnsan için doğa her zaman için tekinsiz ve denetlenmesi gereken bir kaygı nesnesidir.  Bu nedenle bir mühendislik kategorisine indirgenip denetlenmesi ve giderek korunmaya muhtaç bir hale getirilmesi gerekir.

 

Sanırım 90 başlarıydı, piyasaya çıkan klimalar “kapatın pencereleri, sağlık soluyun!” sloganıyla satılıyordu. O zamanlar için basitçe hava kirliliğine yapılan bir gönderme gibi görünse de, bu reklam aslında doğanın tekinsizliği ve evin güvenliği arasındaki sınırlara da işaret ediyordu. Günümüzdeki kapanma ise yukarıdan aşağıya olduğu kadar, aşağıdan yukarıya da oldu. İnsanlar eve kapandılar ve sanırım biraz da tuzu kuru olmanın verdiği rahatlıkla daha çok kapatma ve yasak için yöneticileri zorladılar. Sonunda reklamcılar fırsatı gördü ve eve kapanma, internetin sağladığı olanaklarla, neredeyse kutsal bir ritüel statüsüne kavuştu. Reklamlar tam tersini satsa da, kitlesel itaat testinden çoğunluk başarıyla çıksa da hepimiz bal gibi biliyoruz ki ne evde hayat var, ne de hayat eve sığar.

 

Giderek ortak bir şeyleri olmayanların ortaklığı haline gelen günümüz ‘toplumsu’ yapıları ancak bir dış tehdit, tehlike ya da ‘düşman’ karşısında bir araya gelip ortak bir tavır sergileyebiliyor. Korona benzeri salgınlar, insanın ancak tarih öncesi korkularına denk düşen ve günümüzde karşılığı olmayan türsel tepkiyi yeniden canlandırabiliyor. Yukarıda söylediğim gibi, ölüm dâhil, tüm çabası doğanın kısıtlama ya da zaruretlerinden kurtulmak olan insan, sözcüğün ima ettiği anlamda doğal bir ‘tür’ olmayı geride bırakalı çok olmuştur.

 

Doğanın dışına çıkmakta çok yol alsak da hala ölüyoruz. Ölüm hala en temel kaygımız ve belki de tüm medeniyetimiz bu kaygıyla başa çıkabilmenin yan ürünlerinden başka bir şey değil. Ölümü ancak bir yenilgi ve başarısızlık olarak kodlayan modernite için her ölüm çok acı, her ölüm biraz erkendir. Ecelin lügatten çıkarıldığı günümüzde en sıkı müminler dâhil herkes her sağlık sorununda doğaya nanik yapmak için tıbbın kapısını aşındırır. Ve ahir zamanlarda kabul edilebilir yegâne ölüm ancak başkasının ölümüdür. Korona nedeniyle ölümü adeta yeniden keşfettik ama hepimiz biliyoruz ki, bu virüsten önce de ölüm vardı, sonra da olacak.

 

Unutmayın ki, ölümün temel nedeni yaşıyor olmaktır. Yaşamak risktir ve eve kapanmakla bu risk ortadan kalkmaz. Hayat sigortası, hayatınızı değil yalnızca ölümünüzü garantiler. ‘Uzun’ yaşamak için verilen reçetelerin işaret ettiği yegâne gerçek yaşamanın sağlığa zararlı olduğudur. Hasta olduğumuz için değil, yaşadığımız için ölüyoruz. Ölme riski olmayanlar yalnızca ölülerdir.

 

Sağlığımızı tıbba delege ettik, bu açıdan çok yol kat ettik, ama ne yaparsak yapalım doğa yine de bir yerlerden sızabiliyor. Bugün yaşanan, başı ağrıdığında ağrı kesici, kırıklığı olduğunda antibiyotik, gücü yetmeyince vitamin, kafası bozulunca sakinleştirici diye doktora koşan ve bunun sonucunda da ancak tembelleşmiş bir bağışıklık sistemine sahip olan günümüz insanının kendisiyle ve doğayla imtihanıdır. Bu nedenle her sorun çıktığında insanlar da bağışıklık sistemleri de, tıp nasılsa çaresini bulur, hele az bekleyin, evde oturun havasındadır. Gayet ironik olan bir başka şey de şu: check up’lar, erken teşhisler, olur olmaz testler için herkesi her gün kapısına çağıran tıp, şimdi onlardan kurtulmak için ne yapacağını bilemiyor, bırakın hastaneyi eczaneye bile giremiyorsunuz!

 

Günümüzde sağlık bedenin değil tıbbın bir fonksiyonudur, tıptan onay almamış sağlık sağlık değildir. Oysa sağlık, yalnızca bir denge durumudur ve bu dinamik bir dengedir. Bu denge bozulduğunda kimi bitkiler zararlı ota, kimi canlılar haşerata dönüşür. Bedenimizdeki ya da doğadaki mikro-organizmaların farklı etkiler oluşturmaya başlamaları dengenin bozulmasından başka bir şey değildir. Oysa günümüz üretim ve dağıtım sisteminin temel güdüsü kâr; insanınınki ise başarı ve performanstır. Hiçbir yere gitmeyen bantlarda koşup, yerinden kıpırdamayan bisikletlerde pedal basmak belki fiziğinizi düzeltir ama ruhunuzu kesin bozar. Prezervatif yüklü yiyecekler, gıda takviyeleri, vitaminler ve her derde deva haplarla sadece performansınız artar, sağlığınız değil.

 

Postmodern koşullarda artık her şey hayatımıza bir gösteri ve abartı nesnesi olarak giriyor. Popüler olanla otoriter olan birbirinin içinde eriyor ve kamu spotu ile lastik ya da banka reklamı arasında bir fark kalmıyor. AİDS’ten, ortaya çıktığından bugüne kadar 36 milyon kişinin öldüğü söyleniyor ama biz en çok spotların üzerine çevrildiği ilk 36 kişiyi hatırlıyoruz, o kadar! Korona da muhtemelen yakında ihtişamlı günlerini geride bırakacak ve hayatımızın gayet sıradan bir parçası haline gelecek. (Bu arada, AİDS’in aşısı hala bulunamadı, süründüren bir tedaviden başka bir şey yok elimizde). AİDS kimsenin sevişmesini engellemediği gibi Korona da ülkelerin ya da hayatın kapatılmasına falan yol açmayacak, bu artık mümkün değil.

 

Hayatın getirdiği sorunlar yine hayatın içinde çözülür, dışına çıkarak ya da hayatı kapatarak değil. Ne insanları eve kapatarak doğadan ne de mültecileri kamplara doldurarak onları yerinden eden sorunlardan kurtulabilirsiniz.

 

Globalleşme, her şeyin anında her yerde olması demek. Bu yeni çıkan bir film de olabilir, yeni model cep telefonu da, yeni bir virüs de. Artık sadece kahveler değil, her şey anında (instant) ve her yerde.

 

Korona ve benzeri krizler nedeniyle kapitalizmin çöktüğünü, globalleşmenin bittiğini düşünenler konusunda da birkaç söz etmek gerek. Kapitalizmin doğa ve insana verdiği zararlar açısından sürdürülemez bir sistem olduğunu söylemek için Marx olmaya gerek yok. Ama bu onun hala kitlesel bir arzu nesnesi olmasını engellemediği gibi, bugünden yarına yıkılmasını da garantilemiyor. Dahası, kapitalizmin çöktüğünü ve bu nedenle de sıranın otomatikman kendilerine geldiğini düşünen ve kendiliğinden gelecek kolay bir zaferin hülyasını kuran arkadaşlara hatırlatmak gerekir ki, geleceğin dünyası post-kapitalist olduğu kadar post-sosyalist de olacaktır.

 

Globalleşmenin biteceği beklentisi de, kapitalizmin çöküşü gibi, geleceğe dikiz aynasından bakmanın bir diğer örneğidir. Bu beklentinin, vakti zamanında bir türlü enternasyonelleşememiş ve sonra da matah bir şeymiş gibi ulusal birimlere kapanmış kesimlerden geliyor olması da gayet ilginç. Öncelikle, kendin enternasyonelleşemediysen başkasının globalleşmesine ses etmeyeceksin. Geleceğin dünyası iyi ya da kötü ama mutlaka evrensel olacak, kendini ancak yerellikle var eden sağ ya da sol bakışların muhtemelen geleceğin dünyasında yeri olmayacak. Her şeyin global olduğu bir çağda lokal kalmak mümkün de değildir, doğru da. Yerellik, folklorik bir dekor olarak sevimli görünse de, çoğunlukla bağnazlık, hamaset ve farklı olana nefretin beşiğidir ve yarının evrensel dünyası için de en büyük tehdittir.

 

Korona’dan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını düşünenler de bence fena halde yanılıyor. Bu yazının bakış açısından her şey yaklaşık eskisi gibi olacak, çünkü duvara toslamamıza daha epey var. Muhtemelen, insan doğaya ve doğal geçmişine olan husumeti daha da artmış olarak çıkacak bu günlerden. Tekrar edeyim, Korona, doğaya saygıyı değil; doğa karşısındaki kırılganlığımızı ifşa ettiği için muhtemelen doğayla aramızın daha da açılmasına yol açacak.

 

Büyüme ve tüketim çılgınlığı, ilerleme ve yenilik takıntısı, başarı ve performans hırsı, trafikte ters yönden üzerinize gelen yaratık, hayatınızı cehenneme çeviren komşu, haksızlık ve adaletsizlik virüsten önce de vardı, sonra da olacak. Korona sonrasında güvendiğimiz dağlara biraz daha çok kar yağacak ve altta kalanın canı biraz daha çok çıkacak, hepsi bu!

 

Hayatta yaptığımız ya da yapmadığımız her şeyin bir başkasını mutlaka etkilediğini canlı bile olmayan bir virüs vasıtasıyla öğrenmek, sürekli aklıyla öğünen kâmil bir ‘tür’ için de az manidar değil. Aynı şekilde, bir başkasının yaptığı ya da yapmadığı şeylerden de bizim hayatımızın doğrudan ya da dolaylı mutlaka etkilendiğini biliyoruz, yaşıyoruz. Aslında bu salgının hemen öncesinde göçmenler/mülteciler de bu dersi vermişti ama kimse görmek istemedi. Korona, aynen karşısında ne yapacağımızı bilemediğimiz göçmen dalgaları gibi, iyilikte de kötülükte de hep birlikte olduğumuzun doğal manifestosudur.

 

Sağlığınız ancak komşunuzun sağlığı kadardır; hatta bırakın komşunuzu, dünyanın bir ucundaki herhangi birinin sağlığı kadardır. Aynı şey aslında mutluluğumuz, refahımız ve dahi aklımız için de geçerlidir. Komşunuz berbat biri olduğu sürece sizin ne kadar estetik, sofistike, rafine ve akıllı olduğunuzun hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Dahası, tecrübelerin de gösterdiği gibi, tüm bu olumlu özellikler olsa olsa sizin zararınıza bir işlev görecektir. ‘Kelebek etkisi’ söylendiği yıllar için belki de sadece pastoral bir romantizme işaret ediyordu, ama günümüzde basit bir gerçeklik haline geldi.  Artık birbirimize tarihte hiçbir zaman olmadığı kadar yakın ve bağımlıyız. Eskiden ‘kurtulmak yok tek başına’ diye bir slogan vardı. Korona vesilesiyle anladık ki asıl yaşamak yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz!

 

Korona nedeniyle hayatımıza giren sosyal mesafe terimi de zaten sadece bir lapsustu. Sosyal mesafe, diğerleriyle aranızdaki kültürel uzaklık, duygusal soğukluk, bireysel haset, ideolojik husumet ve nihayet sınıfsal zarurete işaret eder ve öyle metreyle falan da ölçülemez. Belki de bu nedenle araya konan zorunlu fiziksel mesafeye rağmen bu salgın sosyal olarak insanları birbirine daha çok yaklaştırdı. Bırakın sağlık çalışanlarını, kargo dağıtıcılarını bile görünür kıldı. Öte yandan, resmin zaten dışında olanlar iyice görünmez hale geldi. Yoksul ve çaresiz mülteciler ne halde bilen var mı?

 

Hiçbir şey ne mutlak olarak iyi ne de kötüdür. Her kötülükte belki bir nebze hayır, her iyilikte de biraz maraz vardır. Hayat, başımıza gelenlerden ziyade onlarla nasıl başa çıktığımıza ve onlarla nasıl ilişki kurduğumuza ilişkin bir şeydir. Korona günlerinin de, her şeye rağmen, bu açıdan oldukça olumlu ve verimli muhasebelere açık olduğunu söylemek en azından bir umuttur.

 

Son haftalarda yaşadıklarımıza bakıp, çoktandır çılgın bir hız ve haz ekonomisi haline gelmiş hayatımızı biraz olsun sorgulamaya başlamak az şey midir?

 

Üretimdeki düşüş, insanların kenara çekilmesi ve trafiğin azalması nedeniyle doğanın bir nebze olsun nefes aldığını kim yadsıyabilir? Zaten hep orada olan ama insan istilası nedeniyle ortaya çıkamayan birçok canlının karada ve denizde görünür hale gelmesi az kazanç mıdır?

 

Dünyada, özellikle de büyük kentlerdeki hayat, bizatihi en normal halinde neredeyse bir afet görüntüsü vermeye başladı. Korona olsa da olmasa da, hem doğa hem kendimiz için epeyce seyrelmenin ve biraz olsun yavaşlamanın yollarını bulsak fena mı olur?

 

Bu virüsten öğrendiklerimiz de az değil. Çoğu işyerinin aslında anlamsız bir yer değiştirme ve trafiğe neden olduğunu, aynı şeylerin pekâlâ evden yapılabileceğini de bu günlerde daha iyi anladık. Keza, okulların asıl amacının, ana babaları rahatça işe gidebilsinler diye, çocukları yaşdaşlarıyla bir arada tutmak olduğunu, eğitimin onları telef etmeden de bu işlevi yerine getirebileceğini fark ettik.

 

Tüm bu yaşadıklarımız, diğer birçok şeyin yanı sıra, hayatın aslında basitliği ve sıradanlığı içinde bir mucize olduğunu ve ona ille de kuş kondurmaya gerek olmadığını anlamamızı da sağladıysa, daha ne isteriz?

 

Son olarak, bu virüse karşı en etkili önlemin el yıkama alışkanlığı edinmek ve biraz mesafeli yaşamak olduğu söyleniyor. Biraz mesafe, temizlik ve nezaketten kimseye zarar gelmez, medeniyet iyi bir şeydir. İlk kez görüştüğü insanı şapır şupur öpmek nasıl samimiyet değilse, biraz duygu ve davranış kontrolü de soğukluk değildir. Belki gün gelir tanımadığımız birine gözümüzü dikip bakmak yerine selam verme aşamasına bile geçebiliriz, kim bilir…

 

Dr. A. Adnan Akçay, ODTÜ Sosyoloji Bölümü emekli öğretim üyesidir.